27 Nisan 1981'de kaybettiğimiz Münir Nurettin Selçuk kimdir? Ansiklopedik bir madde yazıyorsanız 'Büyük bir ses icracısı, iyi bir bestekâr' başlığı altında verilen bilgiler yeterli olabilir. Onu anlamak ancak yaşadığı dönemi tanımakla mümkün. Bestenigâr Ziya Bey, Kaşıyarık Hüsamettin Bey, Zekâi Dedezade Ahmet Irsoy, Rauf Yekta Bey, Ali Rıfat Bey gibi büyük ustalardan meşk etmiş (hoca ile karşılıklı gelerek eser öğrenmedir ki bu uygulamada amaç yalnızca eseri öğrenmek değil, o eserin üretilme sürecine eşlik eden bir kültürü, bir dünya görüşünü öğrenmektir), geleneği ayrıntılarıyla öğrenmiştir. 1928'de Paris'e şan eğitimine gidip döndükten sonra geliştirdiği yeni icra anlayışı yeni bir şekli de beraberinde getirmiştir. 22 Şubat 1930'da kendisinden önce hiçbir alaturkacıya (!) verilmeyen ve ancak 'Sahibinin Sesi' plak şirketinin yerli ve yabancı yöneticilerinin araya girmesiyle tahsis edilen Fransız Tiyatrosu'nda (şimdiki Ortaoyuncular sahnesi) verdiği konserle ayakta, tek başına Türk musikisi söyleyen ilk hanende olmuştur. Bu tek başına ve ayakta oluş, sadece bir şekil değişikliği değil, bir buçuk asırdır oluşturulmak istenen yeni kültürün, hayatın ve yapılanmanın ve nihayet Cumhuriyet'in yansımalarının Münir Nurettin Selçuk tarafından eyleme dönüştürülmesidir.
Münir Nurettin Selçuk, Osmanlı kültürü ve Cumhuriyet Türkiyesi'nin samimi bir oluşumudur. Onun en büyük başarısı kendisine kadar gelen incelmiş üslubu aynı incelikle ama yeni bir söyleyişle halka rağmen değil halk için devam ettirebilmesidir. Yalnız bu yeni söyleyişte asla halk dalkavukluğu yoktur.
Sanat, özellikle müzik paylaşılan bir şeydir. Müziğinizi paylaştığınız ortam da sizi belirler. Dönem Osmanlı kültürünün gerçek birer taşıyıcısı olan Refik Fersan, Mesut Cemil, Ruşen Kam gibi müzisyenlerin, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi düşünce ve sanat adamlarının yaşadığı dönemdir.
İstanbul'dan Antep'e kadar bütün Osmanlı coğrafyasında taş plaklarla Tanburi Cemil Bey dinlenmekte, insan ilişkileri Osmanlı-Türk müziğinin inceliklerini anlayabilecek düzeyde sürmektedir. Bu anlayışın insanları da yeni bir şeyler söyleyenlere elbette sahip çıkacaktır.
Çağlayan bir ırmak misali
Nitekim 1946 veya 47 yılında Saray Sineması'nda Münir Nurettin Selçuk'u ilk defa dinlediğinde Çelik Gülersoy'un yorumu şöyle olur: "Bu coşku ile perdeden perdeye geçiyor, bir ırmak gibi çağlıyor ve herkesi kendinizle birlikte yüceltiyordunuz. Yine birçok kişinin, başlarını koltuk arkalarına dayayarak kendilerinden geçtiklerini ve gözlerinden yüzlerine yaşların süzülmekte olduğunu görüyordum... Ben anlıyordum ki, önce sizin müziğe (bu demek ki bir beceriye, maddi dünyadan kopuk, karşılıksız bir sevgiye ve ölümsüz duygulara) vermekte olduğunuz öneme saygı duyuyor ve onda birleşiyorlardı."
Diğer düşünce ve sanat insanlarının yorumu da pek farklı değildir. Falih Rıfkı Atay "Alaturka veya alafrangada ses boğazdan mı, göğüsten mi nereden gelir bilemem (bu ezeli ve ebedi alaturka-alafranga tartışma konularındandır) fakat Münir Nurettin'in sesi doğrudan doğruya gönlünden geliyor" derken, Behçet Kemal Çağlar da bir yazısında şöyle diyor: "Harika bir Kalamış akşamıydı; Münir Nurettin, kâh mırıltı kâh feryat halinde güzel sesinin ipek merdivenini göklere dayayarak alaturka cennetini gezdirdi. O günden beri Itri'leri Dede Efendi'leri arar oldum."
Kimseleri beğenmeyen Yahya Kemal Beyatlı ise bu büyük usta için şöyle diyecektir: "Bu devirde yaşayan ihtiyar, orta yaşlı, genç vatandaşlar, eski mûsıkımizin bestelerini Münir Nurettin Selçuk'tan dinledikleri için talihlidirler."
Sonuç olarak 'Münir Nurettin Selçuk' ismini "Doğru zamanda doğru yerde, doğru birey" olarak tanımlayabiliriz. Bugün, eski kültürü aktaramadığımız, dolayısı ile yeni bir kültür ve sanat ortamı da oluşturamadığımız kitleler için Münir Nurettin Selçuk, arşiv raflarında duran bir geçmiştir, eskidir ve yeni şeyler söylemek gerekir. Yeni şeyler söyleyemeyen bir kültürün yaşayacağı kriz ise ekonomik krizlerden çok daha vahimdir. Okumuş, yazmışlar olarak onun bize aktardıklarını sağlıklı bir üretime dönüştürememiş olmanın ayıbını yaşayaduralım. Şimdi, şu anda bile bir yerlerde 'Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış'tan'ı mırıldanan birileri vardır. Bu da bir umuttur belki.
(27 Nisan 2002'de Radikal gazetesinde yayımlandı.)